12 Kasım 2013 Salı

Gül İREPOĞLU Söyleşisi

Aylaar aylaar sonra Gül İrepoğlu'nun imza günü vesilesiyle dönüyorum bloğa.


Okuduklarımı, izlediklerimi kayıt altına almak amacıyla başlattığım bloğum önce zamansızlıktan sonra da unutulmaktan çook gerisinde kaldı gündemimin.
 
Aylardır ne kitaplar geçti elimden. Her türden okudum yine. Fakat hiç birini iki satır ile kaleme alamadım. Çok fazla film izledim diyemem ya, çok okumaya devam ettim.
Şimdi Blog sayfasına girip de blogger arkadaşların okudukları ve paylaştıklarını görünce içimde bir kıpırtı olmadı değil. Umarım bu tutumumu olumlu davranışa çevirir ve en azından etkilendiğim kitaplara dair yazacak imkan bulabilirim.


Çalıştığım üniversitede Gül İREPOĞLU'nun mimar ve yazar kimliği ile ürettiklerine dair bir söyleşi oldu, ardından da kitaplarını imzaladı.
 
Romanları Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde, Cariye, Fiyonklu İstanbul Dürbünü'nün imza alanında satışta olması sayesinde üçünü de aldım. Cariye okuduğum ve kitaplığıma eklediğim bir kitaptı aslında ama bir tane de imzalı olsun diyerekten onu da aldım ve kütüphanem'de Gül İrepoğlu köşesi oldu.
 
Kendisinin yazmış olduğu bir çok bilimsel kitap da mevcut. Tarih sever biri olarak onlardan da edinmeyi düşünüyorum. Osmanlı Saray Mücevheri - Mücevher Üzerinden Tarihi Okumak bunlardan ilki olacak sanırım.
 
 
 

1 Nisan 2013 Pazartesi

Hayalet Şehir / Patrick MCGRATH



 
 
Aslında hiçbir şehir bugün gördüğümüz şehir değildir. Her şehrin, tüm yaşanmışlıklarıyla, geçmişinden bugününe uzanan bir ruhu vardır. Ünlü Amerikalı romancı Patrick McGrath, üç anlatıdan oluşan Hayalet Şehir'de, New York'a ruhunu veren üç dönemden birer öykü anlatıyor.

"Darağacının Kurulduğu Yıl"da, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda New York'u kuşatan İngilizlere başkaldırdığı için idam edilen bir annenin öyküsü oğlunun gözünden dile getirilir. "Julius" adlı öykü, ticaretin baş döndürücü bir hızla geliştiği 19. yüzyıl New York'unda geçer. Acımasız bir tüccarın oğlunun, babasının kente akın eden göçmenlere karşı önyargıları yüzünden, tutkuyla sevdiği kıza kavuşamayışının hikâyesi anlatılır. "Yıkıntı Alanı" ise bir 11 Eylül öyküsüdür. Dünya Ticaret Merkezi'nin yerle bir edilişinin yarattığı derin travma, bir psikiyatrist ile bir hastayı yüz yüze getirir.

Hayalet Şehir'de, usta yazar McGrath üç afallatıcı hikâyesiyle, New York'un karmaşık tarihinin gözle görülmeyen katmanlarını açığa çıkarıyor. 

Yorumum:

New York şehrinin üç farklı dönemini, üç farklı hikaye ile anlatıyor Hayalet Şehir.

Hikayelerin birinde Amerika ile İngiltere'nin savaştığı , 'Darağacı'nın kurulduğu yıl' denilen zamanda, savaşa giden babasının ölümü sonrası annesi ve iki kadeşi ile harp içindeki New York şehrinde yaşadıkları korku dolu günlerin  yoksulluğu, çaresizliği bir çocuğun gözünden anlatılıyor.  Savaşta Amerika askerlerlerine casusluk yapan annesinin idamının vicdan azabı ve suçluluk duygusunu ömrü boyunca içinde taşıyan bu çocuğun büyüyüp New York'u esir alan salgın bir hastalıktan ölmek üzere olduğu son dakikalarına kadar devam ediyor.

İkinci ve beni en çok etkileyen hikaye ise; Amerika'nın 19. yüzyıl New York'unda geçiyor. Çok zengin bir tüccarın üç kızdan sonra dünyaya gelen oğlunun hayallerindeki erkek evlada benzememesinden ve dünyaya gelirken annesinin ölümüne neden olmasından ötürü hep sert ve acımazsızca davranan bu adamın oğlunun hayatını nasıl mahvettiğinin hikayesidir. Julius adındaki gencin, New York'un en zeginiyken babası ve eniştesinin oyunu yüzünden sevgilisini kaybetmesi üzerine tımarhaneye yatması ve yıllarını orada tüketmesi sonucu ailenin yavaş yavaş çöküşü anlatılır.

Üçüncü hikayede de, hepimizin geçtiğimiz yıllarda şahit olduğumuz bir dönemi ele alıyor. 11 Eylül'de Dünya Ticaret Merkezine yapılan bir saldırı sonucu sevgilisini kaybeden bir fahişenin, içinde taşıdığı pişmanlıklarla boğuşup psikolojisinin bozukluğunu yeni sevgilisiyle paylaşmaya çalışmasını, yeni sevgilinin psikoloğunun gözünden anlatılıyor.





 

12 Mart 2013 Salı

Bora'nın Kitabı

 

Önce gerçeğimi kendime kabul ettirirken yoruldum! Sonra gizlerken... Daha sonra yüzleşirken... Kendim olmaya hakkım olduğunu anladığımda... Kendimle barışırken... Gerçeğimi başkalarına kabul ettirmeye çalışırken... Benim gibi binlerce, on binlerce insanın var olduğunu öğrenirken... Yoruldum!"

Acımasız günlerin gölgesinde geçen çocukluğunun yaralarını sarmak ve geçmişini silmek için İstanbula gelen genç bir adam: Bora. Tar hayatını değiştiren aşkı bulup umudu yeşerdiğinde, geçmişi yeniden karşısına çıkacak ve kendi öyküsünü anlattığı Boranın Kitabı onu bir girdabın içine sürükleyecek.

Gizli Anların Yolcusundan tanıdığımız Boranın hazin öyküsüyle Ayşe Kulin, sadece genç bir adamın kişisel varoluş mücadelesini değil, bu coğrafyanın zorlu koşullarında bir insan, bir âşık, bir birey olabilmenin imkânsızlığını da anlatıyor.

Boranın Kitabı kabuğundan sıyrılmaya ant içmiş insanların büyük mücadelesinin romanı.
 
Yorumum :

Sondan sonrasını herkesin çok merak ederek bitirdiği 'Gizli Anların Yolcusu' nun devamı niteliğinde bir kitap olarak beklediğim Bora'nın Kitabı, bir devam kitabından ziyade olayları diğer kişinin gözüyle görmeme olanak verdi. Bora'nın gözüyle, İlhami'ye olan hayranlığının başlangıcını, ilişkilerinin hissettirdiklerini ve çocukluğunu okudum.
 
Ülkemizin doğusunda, aynı topraklarda yaşadığımız insanların, cahillik, eski kafalı zihniyet nedeniyle maruz kaldıkları hayatlarının zorluğunu, kadınlara yapılan haksızlıkları, para karşılığı evlendirilmelerini, üstlerine kuma getirilmelerini, hayatlarını sadece bir ödev olarak yaşadıkları dünyalarını gördüm. Kadınların kadın, çocukların çocuk olamadıkları o coğrafyadaki zorlu yaşamı içim acıyarak okudum..
 
Törelere, örfe aykırı cinsel terciğine rağmen mücadeleden vazgeçmeyen Bedri'nin, çalışıp okuyarak, tek başına girdiği yaşam mücadelesini başarıya ulaştırıp bir yerlere gelmiş Bora'ya dönüşmesini okudum.
 
Tüm çabalarına rağmen, talihsizlikler sonucu kadere yenik düşen Bora'nın hayalleri, sevgileri ve aşkıyla yaşama veda etmeden önce söylediği, bir ülkede azınlığın payına düşen kader diye nitelendirilebilecek sözleri aklımda, kitabı bitirdim..

"Önce gerçeğimi kendime kabul ettirirken yoruldum! Sonra gizlerken... Daha sonra yüzleşirken... Kendim olmaya hakkım olduğunu anladığımda... Kendimle barışırken... Gerçeğimi başkalarına kabul ettirmeye çalışırken... Benim gibi binlerce, on binlerce insanın var olduğunu öğrenirken... Yoruldum!"





25 Şubat 2013 Pazartesi

Kova Burcu Gecesi / Laurent Botti



Gördüğüm ilk şey: kan. Bütün duvarlara sıçramış, mermer zeminde birikintiler halinde toplanmış, küvetin dibinde birikmiş, bir gölün suyu kadar durgun kan banyonun her noktasını kirletiyordu. En kötüsü de aynalar banyoyu sonsuza büyütüyordu. İnanmayan gözlerle, kızıl tüplerde sonsuza dek uzanan sahneye baktım."

"Sonunda bu sıvı magmanın ortasında cesedi gördüm. Cenin gibi toparlanmış, güzel yüzü katran gibi yapış yapış saçlarının altına gizlenmiş, çıplak, iki aynanın bir açı oluşturduğu köşede yatıyordu."

Le Figaro´nun Stephen King´le Georges Simenon´u tanıştıran romancı dediği Laurent Botti, sislerin ardındaki ilk romanı Siste Ölüm´den sonra Kova Burcu Gecesi´nde aynaların daha da çoğalttığı çiğ ışıkların altındaki korkuyu, vahşeti ve ürpertici sırları dile getiriyor.

Yorumum :
Hikaye dünyaca ünlü Fransız bir mankenin evinde korkunç bir şekilde ölü bulunmasıyla başlar.. Cinayeti araştıran polisin yanı sıra bir de gazeteci vardır. Genç kadının ölümü ve ardındaki sır perdesi, geçmişi öylesi ilginçtir ki Xavier Vidal onun hikayesini yazmak ister ve romanı için de cinayetin soruşturmasının içine girer...
17 Yaşındayken evden kaçan Brigitte'in annesi de 7 yıllık bekleyişin sonunda kızını aramak için kollar sıvar, bir dedektif tutar. Dedektiften edindiği bilgiler ile kızının önce fuhuş batağına sonra uyuşturucuya saplandığını ardından bir Astroloji Tarikatının içine girdiğini öğrenir. Kızını bulmak ve ona ulaşmak için çok zorlu bir tarikat olan Astroloji Merkezinin Bistrol Evine girer. Burası depresyondaki insanların hayatlarını yıldız haritalarına göre tespit edip psikolojik destek sağlayarak onları içlerindeki mutluluğa ulaştıran bir tür klinik gibi görülse de, insanların beyinlerinin yıkandığı ve gerçek olmayanları gerçekler gibi göstererek altüst edilen yaşamları gören Mathilde kızını bu yaşamdan kurtarmak ister. Şüpheleri üstüne çeken Mathilde farklı bir isimle Astrozofi Merkezine sızmış olsa da, büyük bir tehdit altındadır ama kızının neler yaşadığını, neler hissettiğini öğrenebilmek adına tüm riskleri göze alır.
Fakat Mathilde'nin kızı Ambre kendisinin de ne kadar karışık olduğunu bilmediği büyük ve tehlikeli bir çarkın içindedir. Gazeteci Xavier soruşturma çerçevesinde Ambre ile görüştüğünde onun Astrozofinin gurusu Kutizis'in sevgilisi olduğunu bilmeden Ambre'ye karşı bir yakınlık hisseder ve ikisi arasında gözlerden uzak, gerçek bir aşk başlar..
Tarikatların, cinayetlerin, Astrozofinin, burçların, yıldızların yanı sıra, yaşamlarından ve bulundukları yerden mutsuzluk duyan insanların depresyonları, babaları tarafından ensest ilişkiye zorlanan genç kızların dramları ve buna ailelerinin dağılmaması için göz yuman annelerin trajedisine kadar bir çok konu var Kova Burcu Gecesinde...




6 Şubat 2013 Çarşamba

Bir Dilekle Başladı Her Şey / Debbie Macomber


 
 
Dilekler, içtenlikle istenince gerçekleşen hayallerdir...
Hayata yeniden tutunmak için önünde yirmi dilek duruyordu... Kâğıda döktüğü yirmi hayal...
Acı çekmektense geleceğe umutla bakmasını sağlayacak yirmi ihtimal...
Artık bir sonraki güne güzel duygularla başlamak için hazırdı, çünkü gerçekleştirmesi gereken hayalleri vardı. Çünkü hayat her şeye rağmen yaşamaya değerdi...
Hayatınızda çok isteyip de gerçekleştiremediğiniz şeyler mi var?
O halde hemen kâğıdınızı kaleminizi alın ve dilek listenizi hazırlamaya başlayın...

"En katı yürekli okuyucular bile kendilerini bu umut dolu romandaki unutulmaz karakterler için gizlice gözyaşlarını silerken ve kendi dilek listelerini hazırlarken bulacaklar."
Booklist

"Konu özel, unutulmaz bir yer ve onurlu, güçlü karakterler yaratmaya geldiğinde kimse Debbie Macomberdan daha iyi olamaz."
BookPage

"Macomberın kullandığı dil ve olumlu anlatımı sizi sevdiğiniz koltuğunuz kadar rahat ağırlıyor."
Publishers Weekly

"Debbie kalbini kâğıda işlemiş. Sonuç ise muhteşem!"
RT Book Rewiews (Arka Kapak Tanıtımından)

Yorumum :

Orijinal adı "twenty wishes" olsa da Türkçe'ye ' Bir Dilekle Başladı Her Şey' olarak çevrilen Debbie Macomber'ın bir hoş ve boş romanı daha...
 
Çok beğenmemiş olmama rağmen, seri kitaplardan birini okuduysam diğerlerini de okumak zorunda hissetme huyum nedeniyle son kitabı da okudum ve yine aynı tereddütü yaşadım. Tüm bu kitapları yazan acaba Amerika'lı bir yazar mı, yoksa bir ortaokul öğrencisi mi?
 
Kitabın baştan sona olay örgüsü öyle basit bir dille anlatılıyor ki, 15 yaşındaki bir gencin günlük dili gibi. Karakterlerin tüm hareketleri detaylarıyla ağır ağır anlatılarak insanı çileden çıkartıp bir kaç satır atlayarak okuma isteği uyandıracak kadar sıkıcı...
 
Fakat; kitaba adını da veren söz konusu dilekler, fikir olarak hoş. Bir çok insan, günlük hayat içerisindeki koşturmacadan hayallerini unutarak yaşıyor. Kitabın ana konusu; hayatı pek iyi gitmeyen ve hayallerini unutan dört kadının gerçekleştirmek istedikleri 20 dileğini kağıda geçirmesi.. Kağıt üzerindeki dilekler insanın kendine dair farkındalığını arttırıp gerçekleşmelerine bir adım yaklaştırıyor sanki..
 
Hikayede yer alan dört ana karakter de, ne istediklerinden emin olduktan sonra onları gerçekleştirmek üzere atılımlarda bulunuyorlar. Yeniden aşık olmayı dileyen iki kadın aşkı buluyor, bir diğeri eşinin anısına vakıf kuruyor, bir diğeri olan ana karakter Anne Marie de, vefat eden eşinin acısıyla ettiği mücadeleyi kazanıp hayata yeniden tutunuyor ve hayalindekinden farklı bir biçimde olsa da bir evlat sahibi oluyor...
 
Kitap edebi açıdan tatmin etmese de, kişiyi kendi dileklerine dair sorgulatıyor.
Yazarın dediği gibi 'Dilekler, içtenlikle istenince gerçekleşen hayallerdir...' Öyleyse iyimser tutumlarımızı çabalarımızla birleştirirsek dileklerimiz de gerçek olabilir...
 
 

29 Ocak 2013 Salı

Alex / Pierre Lemaitre



Sıradan bir kadın, bir gün sokak ortasında kaçırılır. Ne var ki yalnız kaçıranın değil, kurbanın kimliği de şüphelidir. Tek bilinen, içinde ne ayakta durabildiği ne de uzanabildiği bir kafeste, korkunç şartlar altında hapsedilerek sürekli işkence gördüğü ve isminin Alex olduğudur...

Davayı üstlenmek zorunda kalan Başkomiser Verhoeven, bir yandan geçmişiyle hesaplaşırken bir yandan da bu gizemli kadını celladının elinden kurtarmak için zamanla yarışmak zorunda kalır. Soruşturma ilerledikçe Alex'in karmaşık geçmişiyle yüz yüze gelecek, hiç beklemediği bir sürprizle karşılaşacak ve hayatının en zor kararını vermek zorunda kalacaktır...

Alex, kurban, cellat ve kurtarıcı üçlüsüne getirdiği psikolojik derinlikle, solukları kesen ritmiyle, tüyler ürperten gerçekçi anlatımıyla ve dehşet içinde bırakan sonuyla gerilim tutkunlarını baştan çıkaracak.

İddia ediyoruz, Alex sizi çok şaşırtacak...
 

Yorumum:
Yalnız yaşayan bir kadının kaçırılması ile başlıyor hikaye... Tesadüfen görgü tanığı olan bir mahallelinin ifadesiyle bir kadının kaçırılmasından haberdar olan polisin olayın üzerinden günler geçmiş olmasına rağmen hiç kimsenin kayıp ilanı vermiyor olmasının şaşkınlığıyla, eldeki tek ipucu sayesinde kaçıran şahsın izini sürmesi ile olaylar heyecanlı bir hal alıyor.

Akıllarda uzun süre 'neden Alex' sorusu oluyor, Alex de dahil... Ta kii, kişisel problemleriyle ve yalnızlığıyla boğuşan polis memurunun kaçıran kişiye ulaşmasına kadar... Herkesten uzak, gizli bir köşede, insanlık dışı şartlarda, küçücük bir kafesin içinde sıçanlarla birlikte tutsak olan Alex'in, meğer ne büyük suçlar işleyip, ne çok insan öldürdüğü anlaşılana kadar...

Ve bu suçlu Alex, polis kendisine ulaşamadan akılcı hareketleri ve soğukkanlı planlarıyla bir kaç cinayet daha işliyor. Tüm bu cinayetlerin tek ortak noktası olan insanların öldürülüş şekli sayesinde Alex'in izini süren polis memuru Verhoeven'ın, Alex'in çocukluğundan itibaren görmüş olduğu tecavüzler, cinsel tacizler, yaralanma ve aşağılanmların sonucunda mahvolan bedeni ve karakterini analiz etmesi, kendi ailevi problemleri ile korkularının üzerine gitmesiyle aynı günlerde gerçekleşiyor.

Paris'in, Fransızların günlük yaşantılarını da okumuş olduğum bu kitapta bir an Alex'i acınacak halde görürken, bir an nasıl da korkunç biri olduğunu düşünüp bir an sonra ise, nasıl da yokoluşun içindeki mücadelesiyle hayattan intikam almaya çabaladığını görerek için için üzüldüm...






 

11 Ocak 2013 Cuma

Donmak (Frozen ) / Film



Oyuncular:
Oyuncular : Kevin Zegers, Shawn Ashmore, Emma Bell, Kane Hodder, Ed Ackerman, Adam Green
Yapım: 2010, ABD
Tür:Dram, Gerilim, Macera

Snowboard yapmak üzere dağa tırmanan üç gençten, ikisi bir çifttir ve diğeri de erkek olanın çocukluktan beri en yakın arkadaşıdır.  bu üç genç dağa çıkmak için bindikleri Telesiyejin arızalanması sonucu havada mahsur kalırlar. Paniğe kapılan gençler soğuktan donmamak için acele etmek isterler ve acil bir karar almaları gerektiğini düşünürler... Çünkü Pazar akşamıdır ve kayak merkezi Cumaya kadar kapalı olacaktır.
 
Dağdan inmek için zamana karşı yarışan üç gençten biri telesiyejden aşağıya atlayıp yardım çağırmaya gitmeyi ister. Fakat yüksek mesafeden direkt ayaklarının üstüne atladığı için bacakları kırılır ve yerinden kıpırdayamaz. Kan kokusunu alan etraftaki kurtlar çevresine toplanır ve genci canlı canlı yiyerek paramparça ederler..
 
Yukarıdaki iki arkadaşı da o sahneye maruz kaldıkları için ağlayarak panik içinde kalırlar ellerindne hiçbir şey gelmez. Arkadaşları da ölüp de kurtlar çekildiğinde kendilerini kurtarmaya çalışmak için atağa kalkmak isterler ama mesafenin yüksekliğinden ötürü kesinlikle atlamayacaklardır.. Telesiyejin üzerinde hareket ettiği makaranın üzerinde elleriyle yürüyerek ara direğe ulaşmaya ve o direkten aşağı inerek yardım çağırmaya gitmek ister erkek olan..

 
Kız ise oturduğu yerde donmaya başlamış yüzünde donma belirtileri çıkmıştır ve sağ eli de tamamen donmuş hale gelmiştir. Oturduğu telesiyejin de bağlı olduğu tepede vida çıktı için telesiyej de düşme tehlikesiyle kıpırdamadan bekler. Arkadaşı elleri kesile kesile ipte yürür ve direkteki merdivenlerden aşağı iner. Kurtlar etraftadır ve onlardan kurtulabimek için aceleyle kayak takımına ayaklarını geçirerek hızla aşağıya doğru kaymaya başlar..
 
Kurtlar arkasından koşarak gitmektedir. Bir gece daha geçmiş olmasına rağmen gelen giden olmayınca kız da aşağıya atlamaya karar verir ve şansına telesiyej onun hareketinden  etkilenerek aaşağı doğru inmeye başlar ve kız da bu mesafeden aşağı atlayıp zarar görmeden yere ulaşmış olur. Sonra da karların üzerinde sürünerek dağdan aşağı kaymaya başlar. Ve bir yerde karşısına kurt çıkar. ve ardın da yerde yatan arkadaşının parçalanmış cesetiyle karşılaşır. Başından bir sürü kurt vardır. Ama karınları tok olduğu için ve parçalaaycka birini buldukları için kıza ilişmezler. Kız da yavaş yavaş aşağıya kayarak, yola ulaşır, yoldan geçen bir araç kendisini görür ve üç arkadaştan sadece kız kurtulmuş olur.
 
Film baştan sonra heyecan doluydu, o üç kişinin yerinde olmak istemezdim. Oyunculuk ilk başta vasat gelse de, film ilerledikçe tamamen inandırıcı bir hal aldı. Kayak merkezindeki çalışanların dikkatsizliği ve elbette gençlerin ilerlemiş bir saatte, düşüncesizce göze aldıkları bir tehlikeydi başlarına gelen.. Gece kayağı, kapanmak üzere olan bir kayak merkezinde yapılırsa riski göze alabilmek deliliktir. Ve bu deliliklerin bedelini de hayatlarıyla ödediler..
 
İzlenmesi gereken bir film. Özellikle de kış mevsiminin kayak döneminde...